20 Mayıs 2011 Cuma

Enlightments Vol.2

"a confusion full of some weird hallucinations. they call it life. a big system of equations and/or inequalities with its parameter changing with the shortest measurable length of time. unexpected variables some of them even undetectable with our extremely restricted senses. the funniest part is no doubt the delusional mankind who believes he can solve or manipulate such a big matrix somehow."

9 Nisan 2011 Cumartesi

Yusuf olmak

Yusuf olmaksa muradın ya da Züleyha;

Korkmayacaksın ölümden. Ölümün ayrılık değil kavuşmak olduğunu bileceksin.Dünyaya kafa tutacaksın tek başına. Yandaş yoldaş aramayacaksın. Bir Allah’ına bir kendine güveneceksin sadece. Yol arkadaşın terk etse bile seni yarı yolda, aşkına sahip çıkacaksın sonuna kadar. Tek başıma taşıyamam demeyeceksin. Ölünceye kadar taşıyacaksın şerefle.Karşılık beklemeyeceksin. Sevmek olacak tek amacın. Sevilmemişsin ne fark eder.

Ayıplanmaktan korkmayacaksın. Sevgini gurur madalyası olarak taşıyacaksın göğsünde, kim ne derse desin…Sevgin için zindana atılmayı da attırmayı da göze alacaksın. Karanlıklar sırdaşın, böcekler yoldaşın olacak.Bileceksin sonunda ayrılık olduğunu. İsyan etmeyeceksin, vuslat beklemeyeceksin.
Zaman ve mekan sizi ayıramayacak. Nerede olursan ol, her daim sevdiğinin yanında olacaksın. Üzüntüsüne üzülecek, sevincine sevineceksin. Sanma ki beraber olmak için yan yana olmak lazım. Gönüller beraberse mesafenin ne önemi var!..

Gönül gözüyle görecek, duyacaksın. Gönül diliyle konuşacaksın. Bilmez misin gönlü kainat bile kuşatamaz dar gelir. Gönül dilinden anlamam konuşamam, dayanamam bu çileye karşılıksız hiçbir şey veremem diyorsan; talip olmayacaksın Yusufluğa. Yusuf olmak için Yusuf gibi yürek gerek, gönül gerek, iman gerek. Züleyha değilsen eğer peşine düşmeyeceksin Yusufların. Kendi ayarında birini seveceksin ki mutlu olasın.
Her babayiğidin harcı değildir Yusufluk ve her kadının harcı değildir Yusuf yüreklileri taşıyabilmek, layık olabilmek, Züleyha olabilmek!..

Fahrettin Petriçli

1 Nisan 2011 Cuma

17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali

10 Mayıs–10 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, yine dolu dolu bir program sunuyor. Festival kapsamında, 18 farklı mekânda sahnelenecek 90 gösterinin yanı sıra ünlü konukların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları da gerçekleşecek.

İSTANBUL - İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından bu yıl dördüncü kez AYGAZ ve OPET sponsorluğunda düzenlenen, 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali programında yurtdışından 9 tiyatro ve dans topluluğu ile Türkiye’den seyirciyle ilk kez buluşacak 30’a yakın oyun, dans, performans ve özel gösteriler yer alıyor.

Festival kapsamında, 18 farklı mekânda sahnelenecek 90 gösterinin yanı sıra ünlü konukların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları da gerçekleşecek.

17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Biletleri 3 Nisan Cumartesi günü satışa çıkıyor.

Programa buradan ulaşabilirsiniz.

26 Şubat 2011 Cumartesi

ben gidiyorum

yedi buçuk ay önce geldiğim alplerin kucağını yarın sabah terkediyorum. bilmiyorum kaçıncıya tıka basa doldurmaya çalışıyorum şu an şu bavullara neyim varsa. sığmıyor ama işte yine, sığmıyor. anılar taşıyor kenarlardan. defalarca şehir değiştirdim, birşeyden mi kaçıyorum, birşeyi mi kovalıyorum hiç bilmiyorum. gitmek geliyor içimden sadece, bir yerler hep beni çağırıyor, hayatı ıskalamaktan ölesiye korkuyorum ve nerede değilsem tam da orada iyi olacakmışım gibi geliyor. bu düşünce hastalıklı, mutluluğu erteleme manyağı yapıyor insanı. belki de ben sahip olunanlarla nasıl mutlu olunur unutmuşum ve kendi kendime böyle bir oyun uydurmuşum. "şu da olsun tamam, bunu da halledeyim ondan sonra çok kıyak olacak" nidaları eşliğinde ilerliyorum; herşeyi (sınavlar, belgeler, başvurular, raporlar, tezler vs...) hallediyorum kalan son enerjimle birer birer de bir şu çok beklediğim mutluluk gelmiyor. bir görünüp kayboluyor. artık zaman zaman varlığından bile şüpheye düşer oldum.
aşkta da böyle bu, kalktık kalbimizi işi gereği sürekli yollarda olması gereken birine kaptırdık. olmadı bu hiç, biliyorum ama işte hayatta ne kusursuz ki sanki? iç dünyam karmakarışık, çok sorular var, cevaplar çok subjektif. bilemedim. istanbul bana iyi gelir diye avunarak geliyorum.

25 Şubat 2011 Cuma

Akbank 7. Kısa Film Festivali- 7-17 Mart

Akbank 7. Kısa Film Festivali' bu yıl 7-17 Mart 2011 tarihleri arasında düzenlenecek. Festival kapsamında, kurmaca ve belgesel dalında düzenlenecek kısa film yarışmasında, her iki kategoride "En İyi Film" seçilecek, eserlerin yönetmenleri Akbank Sanat tarafından; 8 bin TL ile ödüllendirilecek.
İlgilenlere duyurulur. "Nerdeymiş ki acaba?" diyenlere: Akbank Sanat İstiklal Caddesi No:8'de.

23 Şubat 2011 Çarşamba

kavşak

Habertürk'ten Kerem Akça ekip arkadaşları ile 2010 yılının en iyi on beş yerli yapım filmini seçmişler. ben de bunları ufak ufak izleyeyim demiştim kendi kendime. habertürk'teki yazısına şuradan ulaşabilirsiniz. lakin geçen hafta izleme fırsatı bulduğum bir film var ki, listede olmaması beni hayal kırıklığına uğrattı: kavşak. filmden 16. londra türk film festivali ve yarın düzenlenecek olan Siyad ödülleri sayesinde haberim oldu (Turkmax canlı verecekmiş).
başrol oyuncusu Güven Kıraç, Güven adında bir muhasebeciyi canlandırıyor. bir gün muhasebe bürosunda yeni bir bayan eleman işe başlıyor ve Güven'in ofisine yerleşiyor. sonrasında yönetmen Selim Demirdelen filmi önce bir güzel düğümlüyor, bizi merakta bırakıyor, dramlarla sarsmayı ihmal etmiyor. filmin ikinci yarısında ise olaylar yavaş yavaş çözülmeye başlıyor ve ben son sahneye gelinip işin iç yüzü ortaya çıktıktan sonra, Bülent Ortaçgil'in sesinden şu dizeler duyulunca artık koyveriyorum ve son zamanların tüm stresini defedercesine hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum (aileye düşkün, hassas dönem geçirenler izlemesin):
alargada kalmış gibi kıyısız
hiç ölmeyecekmiş gibi kayıtsız
biraz kılıksız biraz keyfsiz
kalktım sana geldim

20 Şubat 2011 Pazar

Oscar'a doğru Vol. 2

bu seneki aday filmlerden birçoğunu hakkındaki kıçıkırık yorumlarıma yer verdiğim oscar'a doğru vol.1'den sonra geri kalan tüm filmleri izleyip onları da bu yazıda değerlendirmek niyetindeydim ama elimde olmayan bazı teknik sebeplerden dolayı halen birkaç aday filmi izleyememiş durumdayım-- ki bunlar aslında en iddialılardan olan Inception ile The Fighter. lakin ödül töreninin yaklaşması sebebi ile bu yazıyı yazmam artık farz oldu. birkaç şey demeye çalışalım bakalım:

Winter's Bone:  diğer bir aday film olan True Grit ile az da olsa benzerlikler taşıdığını düşündüğüm filmde, Jennifer Lawrance karşımıza, ailesini uyuşturucu satıcısı babasının başlarına sardığı dertlerden ve belalardan kurtarmaya çalışan Ree olarak karşımıza çıkıyor. zavallı annesi olan bitenlerden kafayı sıyırmış, evin tüm yükü ve ik küçük kardeşinin sorumluluğu Ree'nin omuzlarında. üstüne üstlük içerisinde oturdukları ev babaları tarafından ipoteklenmiş olduğundan evi kaybetmemek için babasını bulması gerekiyor ki işte o sahne filmin en vurucu yeri. dibine kadar dram dolu, gerçek olabilme ihtimali yüksek, inandırıcı bir film. izlemeye değer ama insanın sinirleri bozuluyor. Lawrance "en iyi kadın oyuncu" dalında aday gösterilmiş, ortaya koyduğu performans gayet iyi ama Natalie Portman'a karşı şansı yok gibi birşey.

The Social Network: kabaca Facebook'un kuruluş aşamasını ve daha sonra nasıl da parayı bulanın diğerlerini kazıklamaya çalıştığı vs. gibi şeylerin anlatıldığı bir film diye özetlesem çok mu vicdansız bir özet olur bilemedim. Mark Zuckerberg'i canlandıran Jesse Eisenberg'i sanki böyle hafif sorunlu, kod manyağı, asosyal ama masum bir tip göstermişler, o kısmı bana pek bir inandırıcı gelmedi. en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterilmiş tabii hemen. iyi oynamış tamam ama Zuckerberg gerçekte nasıl bir tiptir bilmediğim için ne derece gerçekçi oynamış orasını bilemiyorum. ama Oscar'lık bir performans da göremedim ben açıkçası. bu dalda heykelcik kral 6. georg'a gidecek gibi. Justin Timberlake filmin sürprizi olmuş :)

Oscar ödül törenine artık çok az bir zaman kaldı. heyecanla bekliyorum... iyi pazarlar.

8 Şubat 2011 Salı

the man from earth

The Man From Earth bugüne kadar en az bütçeyle çekilmiş bilimkurgu filmidir desem çok yanılmış olmam herhalde, çünkü 87 dakikalık film, bir ev (ki evde de taşınma dolayısı ile pek bir eşya yok gibi) ve evin bahçesinde geçiyor.


filmde ne mi oluyor: bir tarih profesörü olan John Oldman (David Lee Smith) artık başka bir yere taşınması gerektiği karar verir, zira kendisi 14000 yaşında paleolitik çağdan günümüze kadar gelmeyi başarmış bir nevi mağara adamıdır ve hali ile yaşlanmamaktadır. bu durum yaşadığı yerdeki insanlar tarafından fark edilmeye başlanınca John (yaklaşım on senelik periyotlarla)  başka bir yere taşınmaktadır. yine bu taşınmalardan biri dolayısı ile, istifasını verdiği okuldaki çalışma arkadaşları ona veda etmeye gelmişlerdir ve John radikal bir karar ile arkadaşlarına (ki kadro çok sağlam zaten bu yüzden bir nevi entellektüeller atışması tadında geçiyor tüm film: bir antropolog, bir arkeolog, bir psikolog, bir biyolog, bir din bilimci, bir de öğrenci) gerçek hikayesini anlatmaya başlar ve onları iknaya çalışır. hali ile herbir arkadaşı John'a kendi uzmanlık alanlarından sorular sorarar köşeye sıkıştırmaya çalışır ama görmüş geçirmiş John'un her soruya verecek bir cevabı vardır.
film boyu bana "keşke yanlarında olsam da John'a bir soru da ben sorsam" dedirten muhabbetler döner. filmde insanlığın son yüzkırk yüzyılının bir nevi özetini dinliyoruz da denebilir.
bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine izledim ve çok beğendim.  imdb'de top 500 listesinde yer alan filmin puanı 8.0. birden fazla izlenebilitesi olan filmler listeme hızlı bir giriş yaptığını da belirteyim.

6 Şubat 2011 Pazar

Love and Other Drugs


dün akşam Oscar adayı filmlerden biraz uzaklaşmak amacı ile Love and Other Drugs'ı izledim. senaryosu bana Autumn in New York'u hatırlatmadı değil. Hollywood on senede bir kendini tekrarlama ihtiyacı hissediyor gibi. Anne Hathaway karşımıza hırçın, hastalığından dolayı kimseye bağlanmak istemeyen Maggie, Jake Gyllenhaal ise ilaç mümessili Jamie olarak çıkıyor. ikili Maggie'nin doktorunun muayenehanesinde ilk kez birbirilerini görüyorlar, aralarında önce sadece sekse dayalı olarak başlayan ilişki zamanla romantik bir havaya bürünüyor. benim için eğlencelik bir filmden öteye geçmedi açıkçası. bununla birlikte şu sıralar tercihlerle benim de başım dertte olduğundan olsa gerek kapanış sahnesini beğendim.
filmde cinsellik içeren sahnelere cömertçe yer verilmiş ama bana bir rahatsızlık vermedi. pfizer'in ise deli gibi reklamı yapılmış.


spoiler: en beğendiğim sahne sokakta yaşayan elemanın antidepresanlarla iyileşip "bugün iş görüşmem var" dediği yer oldu. jamie'nin kardeşi ise filme ayrı bir renk katmış ama yaptığı salaklıkların ara sıra dozu kaçtı. son eleştirim ise Jake Gyllenhaal'ın makyajına gelsin. adam ya solaryumda yaşıyor ya da makyözünün elinin ayarı bozuk. adamı güzelim Anna Hathaway'in beyaz tenli saf ve sade güzelliği yanında iki ayaklı bir fondöten kutusu olarak gezdirmeyi başarmış. ayrıca o kusursuzca yana taranmış saç kesimi ve hep ölümüne traşlı o babyface'inden aşırı rahatsız oldum. bence hafif kirli sakal, dağınık dikilmiş saçlar ve %50 daha az makyaj ile şahaneler yaratılabilirmiş. yakıştıramadım birbirlerine ikisini. şuradan fragmani izleyebilrsiniz.

5 Şubat 2011 Cumartesi

okuma listesi

sağda solda kulağıma çalınan kitaplar hakkında küçük bir ön araştırma yaptıktan sonra kitapyurdu'nun sitesinde önce favorilerime ekliyorum, kitap alacağım zaman ise o anki haleti ruhiyeme göre aralarından beğendiklerimi seçip sipariş veriyorum. şahsen ben kitap tavsiyelerini sevinçle karşılarım. dediğim gibi bu kitapları henüz satın alacağım, hiçbirini okumadım ama yine de belki ilginizi çeker diye paylaşmak istedim. aralarından okuduklarınız varsa yorum bırakırsanız çok sevinirim. iyi haftasonları.
  
  
    42 Derin Düşünce & Hayat, Evren ve Diğer Her Şey Üzerine 9.83 TL   
    Aşk Üzerine    13.92 TL   
    Büyücü    32.00 TL   
    Çekirgeleri Dinlemek    16.00 TL   
    Depresyon Atlası    21.70 TL   
    Duvardaki Kapı    7.41 TL   
    Ermiş    5.46 TL   
    Firarperest    11.17 TL   
    Kürk Mantolu Madonna    7.48 TL   
    La & Sonsuzluk Hecesi    12.34 TL   
    Mutluluğun Mimarisi    14.74 TL   
    Ne Nedir    18.48 TL   
    Nesneler Sistemi    21.84 TL   
    Tüketim Toplumu    16.00 TL   
    Yaşam Kullanma Kılavuzu  21.13 TL

hamiş: bu yazı kitapyurdu sitesinin reklamını yapmak amacı ile yazılmamıştır.

4 Şubat 2011 Cuma

Oscar'a doğru Vol. 1


ortalığı bir oscar telaşıdır almış gidiyor. golden globe'un verdiği sinyallerden anlaşılacağı üzere tüm filmler çok iddialı. bu sene daha bir yakından takip ettiğimden midir yoksa hakikaten geçen sene güzel filmler yapıldığından mıdır bilmiyorum, ben de kimileri gibi "ödül törenine kadar aday tüm filmleri izlemeliyim" tarzı garip bir telaşa kapıldım. birkaç haftadır bu yola baş koydum, fütursuzca film izlemekteyim :). "en iyi yabancı film" kategorisi hariç, filmlerden çoğunu izlemeyi başardım. facebook'u anlatan bir filme bu kadar ilgi gösterilip göklere çıkarılmasından dolayı önyargı beslediğim "the social network"u halen izlemiş değilim. Inception'ın senaryosu için Butterfly Effect / Vanilla Sky tadında diyorlar diye onu da sakin kafa ile izlemek için bu haftasonuna bıraktım. "The Fighter" da pek benim tarzım bir film değil ama içimdeki görev aşkından dolayı o da bu haftasonundaki listemde yerini almış durumda. (Javier Bardem için Biutiful'u da izleyeceğim tabii ki :P) izledikten sonra onlar hakkında da birşeyler karalamaya çalışırım.
hatırlatmak gerekirse 83. oscar ödül töreni Türkiye saati ile 28 Şubat sabaha karşı sahiplerini bulacak.(tam da benim İstanbul'a gideceğim tarih, kardeşimle televizyon başında sabahlamak gibi bir mutluluğu yaşayabileceğim)
şimdi işbu filmler hakkındaki izlenimlerime gelince (görsel el emeği göz nuru):


Black Swan: filmde bir balerinin hırstan nasıl da zamanla akıl sağlığını yitirdiğini, diğer bir deyişle beyaz bir kuğu iken nasıl olup da siyah kuğuya dönüştüğünü izliyoruz. Natalie Portman harika bir hatun belirtmeden geçemeyeceğim, yalnız tek eleştirim var, canlandırdığı karaktere biraz yaşlı kalmış sanki. gerçek hayatta 30 yaşında olan Portman'ın Kudüs doğumlu olduğunu ve ailesi ile üç yaşında Washington'a göç ettiğini biliyor muydunuz? (bence) kaçırılmaması gereken bir film. film bittikten sonra, hırsın fazlasının bünyede yarattığı etkilerden kurtulmam için bir silkinip kendime gelmem gerekti.

The Kids Are All Right: son derece keyifle izlediğim bir film oldu. sperm bankasından aldıkları spermler ile çocuk sahibi olan lezbiyen bir çiftin hikayesi anlatılıyor ama öyle yılışık bir Hollywood komedisi tadında değil de zarif bir şekilde. çocuklar reşit olunca babalarını aramaya karar veriyorlar ve olaylar gelişiyor. en beğendiğim karakter ailenin "babası" rolünün altından ustalıkla kalkmayı başaran Annette Bening oldu. ebeveynlerin lezbiyen olduğu bir ailede yaşanan sorunların aslında heteroseksüel bir evliliktekinden çok da farklı olmayabileceğini bize keyifli bir şekilde göstermişler.

The King’s Speech: İngiltere kralı 6. Georg'un kekemelik sorununu nasıl alt ettiğinin hikayesinin anlatıldığı "The King's Speech" Oscar'a on iki dalda aday gösterilmiş. bir "muhteşem yüzyıl" ile celallenen yurdum insanı, biri es kaza insanüstü meziyetlere sahip padişahlarımızdan birinin bir "kusuru" ile ilgili film yapmaya kalksa, acaba o yönetmenin ve senaristin hali nice olur. beğendiğim bir film oldu ama kraliçeye pek ısınamadım. hal ve hareketlerinde kocasına olan sevgisini hiç göremediğim gibi, ona çoğu sahnede biraz durulsun diye psikoloğa götürülen bir çocukmuş gibi muamele ettiği kanısındayım. Colin Firth (Altıncı George) ve Helena Bonham Carter (Kraliçe Elizabeth)'ın oyunculukları, şüphesiz ki kendinden emin bilge duruşu ile gönlüme taht kuran Geoffrey Rush'ınkinin yanında sönük kaldı. hele hele kralın sanki birazdan kusacakmış izlenimi veren o kekeleme sahnelerine hiç tahammül edemedim. yine de izlemeden geçmeyin derim.

127 Hours: filmde James Franco tek kişilik performansı ile karşımıza çıkıyor. enerjik arkadaşımız kanyonlara hoplamaya zıplamaya gidiyor lakin talihsiz bir şekilde kolu bir kayaya sıkışıyor, biz de bu durumla nasıl başa çıktığını izliyoruz. kanımca, başından sonu belli olan filmler kategorisine giren bir film olan 127 hours'u izlemezseniz pek birşey kaybetmezsiniz. benzer bir konu seneler önce "vertical limit"te bence daha güzel işlenmişti.

True Grit: bu filmi izleyip de ölen babasının katilini bulup haklamayı aklına koymuş on dört yaşındaki Mattie Ross'a (Hailee Steinfeld) hayran kalmayan yoktur sanırım. o nasıl bir metanet, nasıl bir soğukkanlılık, nasıl bir karizmatikliktir... mutlaka izlenmesi gereken harika bir yol hikayesi. benim gibi Western filmlere temkinli yaklaşanlardansanız pişman olmayacağınızın sözünü verebilirim.

Blue Valantine: işte bu film beni çok derinden sarstı arkadaş. hikaye acıklı, işleniş güzel, oyunculuklar iyi sayılır. son sahnesi hariç kafamdaki hakiki evlilik tanımına yakın bir resim çiziliyor. anlatıp da tadını kaçırmak niyetinde değilim ama esasadamı her saniye takdir ettim, bununla birlikte esaskızı ise anlamak için çok çaba sarf ettiysem de ne yazık ki ara ara kendisine sövmeden edemedim. "yerde yatan kocanın üzerine bir batteniye ser be vicdansız" dediğimi duyanlar olmuş. bulmuşsun melek gibi adamı, yapma güzelim, yapma canım. bu film "leaving las vegas", "eternal sunshine of the spotless mind" tadında bir başyapıt olarak gönlümde yerini almış bulunmaktadır.


Rabbit Hole: ben sinema eleştirmeni değilim lakin bu film benden geçer not alamadı. film, oğullarını bir trafik kazası sonucu kaybeden bir çiftin hayatına ayna tutuyor. çift arasında garip bir kopukluk var bence ve yönetmenin bize aktarmak istediği duygular vardıysa bile açıkası bana pek geçmedi. çok daha başarılı işlenebilecek bir konu iken ortaya garip bir çalışma çıkmış. belki de ben kafamda Aaron Eckhart ile Nicole Kidman'ı örtüştüremediğimdendir. bu film de benim esaskıza sinirlendiğim filmler kategorisine girmektedir. (bkz: 500 days of summer, spread) IMDB'den de 7.5 almış işin ilginci. Sandra Oh'un yüzü suyu hürmetine olabilir mi?

I am Love (Io sono l'amore): bu filmde karşımıza Milan'da yaşayan zengin bir İtalyan aile çıkıyor. esasen Rus olan evin annesi Emma, sıkça Rusya'ya iş için gelip giden Tancredi Recchi kendisine evlenme teklif edince kabul edip, İtalya'ya gelir. kendi kültürünü neredeyse terk edip bir İtalya'na dönüşen Emma bu ihtişamlı hayattan ve ailesinden her ne kadar memnun olsa da hayatında birşeylerin eksik olduğu hissiyatları içinde çalkalanmaktadır. oğlunun arkadaşlarından birisi kendisine ilgi göstermeye başlayınca tahmin edileceği üzre olaylar gelişiverir. ya ben bu aralar duygusuz bir dönemden geçiyorum ya da filmlerden beklentim gereğinden fazla yüksek, çünkü bu filmde de hesapta "unconditional love" gibi şeyler işleniyor diyorlar ama beni duygulandırmaktan çok uzaktı açıkçası. yine de bir izleyin derim, belki film size daha fazla şey hissetirir.

umarım yorumlarım biraz olsun film seçimlerinize ışık tutabilir. keyifli seyirler.

1 Şubat 2011 Salı

Türk Edebiyatı'nın en iyi kırk şeyi

ntvmsnbc'de bugün gözüme çarpan güzel bir listeyi paylaşmak isterim:

NOTOS Edebiyat dergisi, yeni sayısında, Türk edebiyatının 'En İyi 40 Şeyi' anketinin sonuçlarını yayımladı. Ankete 181 yazar katıldı.
Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey listesinde; İkinci Yeni veya 1950 Kuşağı gibi edebiyat toplulukları, Memleketimden İnsan Manzaraları, İnce Memed gibi eserler, Varlık Dergisi, Adam Öykü gibi dergiler, Can, Metis, YKY, İletişim gibi yayınevleri, roman patlaması, sanal ortamda yürütülen edebiyat gibi olaylar, TEDA projesi, Kitap Fuarları gibi faaliyetler de “Çağdaş Türk Edibiyatındaki” yeri ve seçilme sebepleriyle beraber listede yer alıyorlar.

Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey:
1- Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verilmesi.
2- Nâzım Hikmet.
3- İkinci Yeni.
4- Sait Faik ve Alemdağ’da Var Bir Yılan.
5- Oğuz Atay ve Tutunamayanlar.
6- Varlık Dergisi.
7- Hasan Âli Yücel ve MEB Tercüme Bürosu.
8- Yaşar Kemal.
9- Ahmet Hamdi Tanpınar.
10- 1950 Kuşağı Öykücüleri.
11- Garip Akımı.
12- Can Yayınları.
13- Orhan Pamuk.
14- Yapı Kredi Yayınları.
15- Bilge Karasu.
16- Yeni Dergi ve De Yayınları.
17- Türk Edebiyatını Dışa Açma (TEDA) Projesi.
18- Yusuf Atılgan ve Anayurt Oteli.
19- Edebiyat Dergilerinin Çeşitlilik Kazanması.
20- Enis Batur.
21- İletişim Yayınları.
22- Kitap Ekleri ve Radikal Kitap.
23- Varlık Yayınları.
24- İhsan Oktay Anar.
25- Hasan Ali Toptaş.
26- Metis Yayınları.
27- Memet Fuat.
28- AdamÖykü.
29- Sanal Ortamda Edebiyat.
30- İnce Memed.
31- Kitap Fuarları ve TÜYAP.
32- Orhan Veli Kanık.
33- Edip Cansever.
34- Fazıl Hüsnü Dağlarca.
35- Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur Konuğu Olması.
36- Memleketimden İnsan Manzaraları.
37- Murathan Mungan.
38- Nurullah Ataç.
39- Orhan Kemal.
40- Roman Patlaması.

23 Ocak 2011 Pazar

rahatlayamıyorum

hayatın bana davranma şeklinden dolayı kontrol manyağı, kaygı dolu, ayaklı mantık bir insan oldum.
en son ne zaman şöyle aklımda hiçbir endişe olmaksızın ve şu stresten kasılmış omuzlarım gevşemiş bir şekilde rahatladım?
inan düşündüm bulamadım. ben canımın istediğini hiç yapamadım.


şurada stresle başaçıkmanın yolları var diyolağğ.

The Notebook

benim bu aralar ya psikolojik sorunlarım var ya da yaşlanıyorum. izlediğim her duygusal filmden sonra hüngür şakır ağlamamın sebebini bunlardan biri gibi geliyor. (yalnızlık değildir canım , yok yok)
The Notebook'u dün gece izleyip bir güzel şöyle hıçkırarak ağlayıp yattım, sabah kalktığımda Guinness'ten gözlemci çağırmış olsaydım "dünyanın en şiş gözlerle uyanan kişisi" rekoru ile kitapta yerimi almıştım kesin.
filmde onyedi yaşında zengin bir ailenin kızı olan Allie ile ona deliler gibi vurulup aşkını kazanmaya çalışan taşralı çocuğun hikayesini izliyoruz. yönetmen sınıf ayrılığının aşk üzerindeki etkilerini işleyedursun, biz arka planda bu harika aşk hikayesinin tadını çıkarıyoruz. filmin sonunu filmin ortalarında öğreniyoruz ama bu hiç de rahatsız edici olmuyor zira film bize aslında ikincil bir sonu merak ettiriyor.
son sahnesine değin incelikle işlenmiş bir baş yapıt. mutlaka izleyin derim. erkeklerin de sıkılmadan izleyeceği bir film olduğunu düşünüyorum. Allie rolünü canlandıran Rachel McAdams film çekilirken yirmi yedi yaşındaymış ama bence on yedilik esaskız rolünün altından başarıyla kalkmış, hatta oyunculuk kariyerinin zirvesi bence bu filmdir. erkek olsam ben o şahane gülümsemesine aşık olurdum.

bal-süt-yumurta üçlemesi


Çekiliş sırası Yumurta, Süt, Bal şeklinde de olsa, sanırım 60. Berlin Film Festivali’nde hem ‘Altın Ayı’yı, hem de Bağımsız jüri birincilik ödülüne ve 17. Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nde en iyi film ödülüne layk görüldüğünden olsa gerek ilk Bal'dan haberdar oldum ve Semih Kaplanoğlu'nun bu üçlemesini ben ters sıradan izledim. Bir anlamda birbirinin devamı olan bu üçlemenin bence de en iyi filmi gerçekten Bal olmuş. Bir filmden yıllardır bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum.
Bal'da Karadeniz'de başlayan arıcı bir baba, anne ve yumuşak başlı dünya tatlısı küçük oğul Yusuf'tan müteşekkil çekirdek ailenin hikayesi, Süt'te ergen Yusuf ile (yanılmıyorsam) Tire'de devam edip, Yumurta'da bu sefer Nejat İşler'in canlandırdığı -bence- otuzlu yaşlardaki Yusuf'un etrafında dönen olaylar ile son buluyor. Gösterime giriş sırası göz önüne alındığında, Yumurta ile başlayan merakımız, Süt'le devam edip, Bal ile anlamlanıyor. Bununla birlikte tüm sorulara cevap alabildiğimi ve karakterlerin iç dünyalarını tamamen anlayabildiğimi söyleyemeceğim. Süt ve Yumurta'da beni yer yer sıkan uzunluktaki sahneler, nedense Bal'da da var olmasına karşın rahatsızlık verici değildi, ustalıkla filme yedirilmişti bence. Hatta hiçbir şey olmuyor gibi gözüken ama aslında beni iliklerime kadar dramla dolduran o durağan sahnelerde ekrana bakarken, kendi iç dünyama doğru bir seyahete çıktığımı hatırlıyorum.
Bal beni gerçekten derinden sarstı. Yine ve yeniden hayattaki kaygılarımın ne kadar boş ve anlamsız olduğunu fark etmemi sağladı. Bir kere daha, basitilikteki huzuru yaşayabileceğim bir orman evinde/bir sahil kasabasında yaşama hayalimi körükledi. Nasıl hayatlar ve nasıl dünyalar var... keşke bunu her an kendime hatırlatabilsem.
Süt'ü ve Yumurta'yı izleyip izlememek size kalmış ama Bal'ı kaçırmayın derim. Küçük Yusuf'u (Bora Altaş) sizin de benim kadar seveceğinize eminim. Bir de röportaj vermiş :)  buradan izlenebilir.

hamiş: 83. Oscar Ödülleri'nde 'En İyi Yabancı Film' dalında ön elemeyi geçen dokuz film belli olmuş, aday adayı 'Bal' bu dokuz film arasına kalamış. Pis jüri.
ikinci hamiş: Süt'te genç bir oyuncu karşımıza çıkıyor. Aksanından dolayı "acaba Almancı falan mı bu çocuk yahu? diye düşünmüştüm ama değilmiş. Şuradan kendisi ile yapılmış bir röportaja ulaşabilirsiniz. Hatta İspanya'dan ödüllüymüş.

21 Ocak 2011 Cuma

intiharın genel provası

serhat kılıç'a karşı duygular biriktirdiğimden henüz görmediğim ama şahane olduğundan zerre şüphe duymadığım intiharın genel provası adlı bir oyunun varlığından sizleri haberdar edeyim dedim.  üsküdar kerem yılmazer sahnesi'nde şu kadro tarafından bekleniyorsunuz: BENNU YILDIRIMLAR, BORA SEÇKIN, İBRAHIM CAN ve tabii ki SERHAT KILIÇ.


Tanıtım yazısından: [Her şeyini kaybetmiş olan mutsuz bir adam, Tuna köprüsüne gelerek intihar etmek ister. Adam tam atlamak üzereyken, birtakım insanlar tarafından durdurulur ve yeni bir hayata başlayacağı için sevinir. Yapacağı iş görüşmesiyle hayatı kurtulacak, bütün borçlarını ödeyecektir. Fakat bir süre sonra kendisine bir 'oyun' oynandığını anladığında, iş işten geçmiştir. Tekrar intihar etmek üzere köprüye gelir. İlk anda, `hayatta daha kötüsü ne olabilir'? diye düşünürken, akıl almaz olaylar yaşamış, bu kez ruhunu da kaybetmiştir.]

kultursanat.org



A.Ş. oluşundan her ne rahatsız da olsam, sıklıkla güzel etkinliklere rastlayabileceğiniz İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.'yi hatırlatmak isterim.
Aylık bültenlerinin kapaklarındaki ilüstrasyonları çok beğeniyorum, özenle hazırlandığı hissiyatı veriyor bana. Ocak ayında nerede ne görebilirsiniz diye merak ediyorsanız  buradan buyurunuz.

16 Ocak 2011 Pazar

birkaç İstanbul müzesi hakkında

İsmet Berkan Hürriyet'teki dünkü yazısında İstanbul'daki birkaç müzeden bahsetmiş. Açılış saatleri ve giriş ücretlerini merak ettiğimden küçük bir araştırma yaptım:

Pera Müzesi Frida Kahlo ve Diego Rivera Sergisi'nden 23 Aralık 2010 - 20 Mart 2011


Ziyaret SaatleriSalı - Cumartesi  10.00 - 19.00
Pazar                 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi günleri kapalıdır.

Ücretsiz: Pera Müzesi Dostları, Genç Çarşamba (öğrenciler), engelliler ve her engelliye refakat eden bir kişi, 12 yaş ve altı çocuklar, ICOM kart sahipleri ve basın mensupları.

Uzun Cuma
Pera Müzesi her Cuma saat 20:30'a kadar ziyaretçilere açık.

Özel Günler
Müze, Şeker ve Kurban bayramlarının birinci günüyle yılbaşı tatilinde kapalıdır.


Giriş Ücretleri


Tam: 10 TL
İndirimli: 5 TL (12 yaş üstü öğrenciler, öğretim görevlileri, 60 yaş ve üstü)

Grup: 7 TL (10 kişi ve üstü)


------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İstanbul Modern Sanat Müzesi - Meclis-i Mebusan Cad. Liman İşletmeleri Sahası Antrepo No: 4, Karaköy


ZİYARET SAATLERİ
Salı – Pazar: 10.00-18.00
Perşembe: 10.00-20.00
Pazartesi Kapalı,  Her Perşembe ücretsiz.

İstanbul Modern Sanat Müzesi, her yılın 1 Ocak günlerinde ve dinî bayramların ilk günlerinde kapalıdır.

MÜZE OLANAKLARI
• Müzenin tüm etkinliklerine tekerlekli sandalye ile ulaşılabilmektedir.

• 6 ay – 4 yaş arası çocuk sahibi ziyaretçilerimiz, Grupbaby tarafından müzemize hediye edilen Quinny marka bebek arabalarını ücretsiz olarak kullanabilir.

• Bebek arabalarını ödünç almak için ziyaretçilerimizin müze biletlerini göstererek, kimliklerini üst kat vestiyere bırakmaları yeterlidir.

• Resim yapmak isteyen ziyaretçilerimiz resim taburelerini vestiyerlerden alabilir.


GİRİŞ ÜCRETİ
Yetişkinler: 12 TL
Gruplar (10 kişi ve üzeri): 10TL
Öğrenci, öğretmen, emekli ve 65 yaş üstündekiler: 6 TL
Müze üyeleri, 12 yaşından küçük çocuklar, engelli ziyaretçiler: Ücretsiz
Perşembe günleri: Ücretsiz


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

ZİYARET SAATLERİ
Pazartesi hariç her gün 10:00-20:00
Yetişkin 7TL, indirimli 3TL 


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Salı, Perşembe, Cuma, Cumartesi ve Pazar  :  10.00-18.00
Çarşamba  :  10.00-20.00
Pazartesi günleri kapalıdır.

Müze Giriş Ücretleri
Tam bilet        : 10 TL
Grup bileti ( en az 10 kişi ) : 7 TL

İndirimli bilet : 3 TL (öğrenciler, öğretmenler ve 60 yaş üzeri ziyaretçiler)

Ücretsiz Giriş:

14 yaş ve altı çocuklar
Engelliler ve bir refakatçi
Sabancı Üniversitesi akademik ve idari personeli
ICOM Kart sahipleri
Basın mensupları
------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi - Büyükdere Piyasa Cad. No: 27- 29 Sarıyer

Ziyaret Saatleri: 10.00-17.00
Kapalı Gün: Çarşamba - 1 Ocak - Dini Bayramların Birinci Günleri
Müze giriş ücretleri
Tam bilet: 7 TL
İndirimli bilet (öğrenci): 2 TL
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Rahmi M. Koç Müzesi - Hasköy Cad. No: 5

Açılış Kapanış Saatleri
Müze Salı-Pazar günleri arasında aşağıdaki saatlerde açıktır:

Salı ve Cuma Günleri
10:00 - 17:00
Cumartesi – Pazar ve Bayram Günleri
(1 Ekim - 31 Mart)
10:00-18:00
(1 Nisan - 30 Eylül)
10:00-20:00

Giriş Ücretleri
Müze
Yetişkin: 11 tl.
Öğrenci:  6 tl.
Denizaltı
Yetişkin: 6 tl.
Öğrenci:  4 tl.


Ben İstanbul'da olmadığım için gidemiyorum ama siz beni yerime de gezin. Ben de artık Mart'ta geldiğimde gitmeye çalışacağım. 



13 Ocak 2011 Perşembe

kaplumbağalar da uçar

hem hakkında yazmak istiyorum hem de yazarken dün kapıldığım dehşeti yeniden hissetmekten korkuyorum. Kaplanoğlu'nun Bal'ını izlemeyi bitirip son sahnede hıçkırıklarla ağlarken hayatımda izlediğim en dramatik film olduğunu düşünmüştüm ama dün "kaplumbağalar da uçar ('Lakposhtha hâm parvaz mikonand')"ı izleyince yanıldığımı anladım. öyle ki son film bitip de ekranda oyuncuların isimleri akmaya başladığında (sanırım Arap-Fars alfabesi ile yazılmış Kürtçe) boğazımda bir yumru ile kalakaldım. ağlayamadım bile. "bunlar gerçek değil, film sonuçta, kurmaca yani" diye kendimi avutmaya çalıştıysam da bir faydası olmadı, zira filmde geçen hikaye gerçek olmaya çok müsait. hatta biri çıkıp da bana "bunlar savaş zamanı orada gayet de yaşanmış şeyler ki" dese şaşırmam ama yaşanan bu virane çaresizliğe de inanmamak için direnirim.

sarhoş atlar zamanı'ndan tanıdığımız İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi bu filmde bizi 2003'te Amerika'nın  barış ve insanca yaşam götürmek (!) vaadiyle Irak'a girmesinden hemen önceki bir zaman dilimine götürüyor. bu girizgah size filmin başrolünde askerler, tanklar, direnişçiler ve silahlar olduğunu düşündürmesin. film, işgal esnasında Irak'ın Kürt bölgesinde Türkiye sınırına yakın bir yerdeki çocukların trajedisini konu ediniyor.

çocukların arasından herhangi birini seçip de başrol oyuncusu budur diyemeceğim zira her birini  iç parçalayıcı birer rolü üstlenmiş durumdalar ve bunun altından öylesine başarılı bir şekilde kalkmışlar ki. ana hikayenin Agrin (esaskız) ve Hengov'un (kızın abisi) etrafından döndüğünü söylemenin yanlış olmayacağı kanısındayım. tabi gönlümüze taht kuran Uydu'yu da es geçmemek gerekir. filmi izlemek isteyeceklerin hevesini kaçırmamak adına spoiler vermeden kısaca ana karakterlere değineceğim:

Uydu:  küçük yaşta koca adam olmuş, ekmek parası için köylülerin bahçelerindeki mayınları toplayan ve bu uğurda kolsuz bacaksız kalmış çocukların film boyunca peşinde koşturduğu bir nevi organizatör/abi. çocukların topladığı mayınları silah kaçakçılarına satmalarına aracı oluyor. asıl işi ise köy köy gezip çanak anten takmak ki bu lakabını nasıl  aldığını açıklıyor. küçük yaşına karşın sözü geçen, hitabet yeteneği gelişmiş bir tip. film boyunca esaskız Agrin'e olan aşkının yanısıra yufka yürekliliğini de sergilediği birçok sahne ile de karşımıza çıkıyor. on üç-on dört yaşlarında.


Agrin: hikayesinin iç yüzünü filmin ortalarına doğru öğrenince kanımızın donduğu yine on üç-on dört yaşlarında bir kız. kardeşi (ya da abisi) Hengov ve Riga bebek ile Halepçe'den kaçıp filmin geçtiği köye gelmiş. (Saddam'ın kimyasal silah kullanarak 6000 Kürt'ü öldürdüğü katliamdan kaçmış olabilirler)

Hengov: kollarını -muhtemelen- mayın çıkarırken kaybetmiş. geleceğe dair kehanetlerde bulunan esrarengiz bir çocuk.


 Pashow (onun da bir bacağı yok, koltuk değneği ile film boyunca oradan oraya koşturup Uydu'yu memnun etmeye çalışıyor) ve Shirkooh (çok ağlak ama şirin) Uydu'nun sağ kolu görevini üstlenmiş durumdalar.



Flmi izlemeye Kürtler'i, Irak'ı ve Saddam rejimini, filmin geçtiği yerleri, konuşulan dili bir an olsun unutarak başlayın. dünyanın herhangi bir yerinde belki de tam da şu anda yaşanmakta olan bir gerçekliğe tanık olur gibi izlemeye çalışın. ilk anda sanılanın aksine, çok daha evrensel başka bir boyut anlatılıyor çünkü.

şuradan sigara yanıkları blogunda yer almış bol spoilerlı bir yazıya daha ulaşabilirsiniz. künye, ödül adaylıkları ve ödülleri de sözlükten okuyalım.

hamiş: yönetmen filmi herkes görsün istiyormuş (yapılan bir röportajın yalancısıyım), paylaşılmasında bir sakınca görmüyormuş. terbiyesizlik yapıp paylaşacağım.

12 Ocak 2011 Çarşamba

filmography 2010

çılgının biri oturmuş 2010 yılı yapımı tam 270 adet filmden sahnelerle altı dakikalık bir video kolajlamış. videoyu youtube'da şimdiye kadar iki buçuk milyona yakın kişi izlemiş. filmlerin videoda görülme sırasına göre düzenlenmiş listesine buradan, videoyu nasıl yaptığını açıkladığı bir röportajına ise buradan ulaşabilirsiniz. adam harika bir iş çıkarmış.

11 Ocak 2011 Salı

hildegard knef

hildegard frieda albertine knef'in (alman aktris, şarkıcı ve yazar) akıllara yer etmiş şarkısı "in dieser stadt (bu şehirde)" ile tanışmanızı isterim (2002'de yetmiş yedi yaşında sizlere ömür). buradan da şarkıcılığını oyunculuğu ile yoğurduğu '66 ylına ait canlı bir performansı izlenebilir.

leere, bunte zigarettenschachteln
und zerknülltes butterbrotpapier
auf dem schulweg, den wir täglich machten,
seh' ich, als ob's heute wär', vor mir;
und wir klauten auf dem beet vorm bahnhof
für die mutter den geburtstagsstrauß:

in dieser stadt kenn' ich mich aus,
in dieser stadt war ich mal zuhaus;
wie sieht die stadt wohl heute aus –
in dieser stadt war ich mal zuhaus.

zwischen zwei verdunkelten laternen
stand `ne bank, mein erster, der hieß fritz
ich wollt’ gern von ihm das küssen lernen
aber seine küsse waren ein witz
morgens grübelnd hinter blinden scheiben
wusste ich nur eines – ich will raus!

in dieser stadt kenn' ich mich aus,
in dieser stadt war ich mal zuhaus;
wie sieht die stadt wohl heute aus –
in dieser stadt war ich mal zuhaus.

eines morgens stand ich dann am bahnsteig,
an dem schienenstrang zur großen welt,
und ich wusste plötzlich auf dem bahnsteig,
dass mich nichts in dieser stadt mehr hält.
heute, nach allein durchweinten nächten,
halt’ ich es vor heimweh nicht mehr aus:

in dieser stadt kenn' ich mich aus,
in dieser stadt war ich mal zuhaus;
wie sieht die stadt wohl heute aus –
in dieser stadt war ich mal zuhaus.


10 Ocak 2011 Pazartesi

serseri mayınlar


üç kalem üç kelam blogu için serseri mayınlar ile ilgili birşeyler karaladım.

ilgilenenler buradan buyursunlar.

7 Ocak 2011 Cuma

efendi kaptan

"İkisi de aradıklarına yakın şeyler bulmuştu bu ilişkide. Sonunda sakince dinlenebileceklerdi. Geçmişteki can yakıcı ilişkilerin ve yalanlara bezeli sevişmelerin yorgunluklarından arınabilirlerdi artık. Adam aradığı kadını bulduğuna inanmak istiyordu, içinde kinler barındırmayan, kalbinde büyümekte olan sevgileri, hırpalamayacak birine hediye etmek için bekleyen bir kadın ile karşı karşıyaydı.

Sezgileri aşırı güçlü bu erkeğin aksine kadın, bu ilişkide ne bulduğunu ancak çok sonraları anlayabildi. Adamın hayata karşı o akıl almaz tutkusu, yaşanılanlara yüklediği derin anlamlar, sonu hiç gelmeyecek o arayışlar ve iki insanın bir olabileceğine olan inancı  yavaş yavaş kadının hücrelerine de sindiğinde artık biliyordu.
Çok hoyrattı oysa ki başta adam, kalkanları vardı kendine doğru gelenlere karşı kullandığı. Onların arkasına gizlenirdi gizlenmesine de, ışıltısı gözlerine değin ulaşan gülümsemesini o kalkanlar bile gizlemeye yetmezdi. Gerçekte kim olduğunu görmeniz an meselesiydi, o siyah gözlerden içeri gönül gözü ile bakabilirseniz şayet . Çatılı dururdu kaşları ve güldüğü bir fotoğrafına neredeyse rastlayamazdınız. Zayıflık göstermekten nefret eden bir yanı vardı sanki ama huzur bulmak için kendisine gelenleri asla boş döndürmezdi. Yaralıydı belli ki, o da hepimiz gibi birileri tarafından boş hayallere inandırılmışve yıkıma uğratılmıştı. Ama başından geçenlerin tümünün birer istisnai talihsizlik olduğuna inanmaya da bir o kadar istekli ve hazırdı. Sizi sevebileceğini sezdiğinde, bambaşka bir hale bürünür, sakince üzerine geçirip ütüsüz gömleğini, destur isteyip yukardakinden ama pazarlık etmeksizin kaderle, ne kadar hasret varsa doldurup köprüüstüne, demir alırdı. Gönüllü bir boyun eğişle bu mavi aşka teslim olur, zamanı da başka birçok şey gibi karada bıraktığı için telaşsız ve vakur bir şekilde, isim dahi seçmeksizin seferine, yol alırdı yavaş yavaş. Size gelirdi."

4 Ocak 2011 Salı

anket sonuçları

sayfanın sağ tarafında yaklaşık elli gün önce açtığım anket yeni yıl ile birlikte son buldu. "kalan gün sayısı" resmen gözümün önünde eridi gitti. vakit çok çabuk geçiyor. katılanlara çok teşekkür ediyorum. sonuçlardan -bir kişiyi saymazsak eğer- blogun tasarımının genel olarak güzel bulunduğu sonucu çıkıyor ki bu beni çok mutlu etti. bu ilk blogum olduğu için her detayı titizlikle oluşturduğumu söyleyebilirim. tabii ki hala bazı eklemek istediğim şeyler ve eksiklikler var ama zamanla onları da hallederim diye umuyorum.

şu sıralar iki arkadaşımla beraber henüz açtığımız bir diğer blogla da biraz haşır neşirim. blogumuz oldukça yeni, daha üç günlük. insan içine çıkabilecek duruma geldiğinde siteye bir link koymayı düşünüyorum. he bir de tabi tezimle meşgulüm o da oldukça fazla vaktimi alıyor. umarım 2011 yılında da buradan güzel şeyler paylaşmaya devam edecek motivasyonu bulurum.

sevgiler.

2 Ocak 2011 Pazar

Watch Documentary

Bugün kafa dinlemek istediğim zamanlarda girip belgesel izlediğim bir siteden bahsetmek istiyorum. Watch Documentary. Sitede üç bini aşkın belgesel var, bunlar çeşitli konu başlıkları altında kategorize edilmiş. İçlerinde gerçekten güzel şeyler var. Mesela buradan Discovery Channel için Stephane Hawking ile birlikte yapılmış üç bölümlük (Bölüm 1: Aliens, Bölüm 2: Time Trave, Bölüm 3: The story of everything) belgesel serisi izlenebilir. Sitede Türkçe altyazı ne yazik ki yok. (Türkçe belgesel siteleri de var gerçi ama olur da bulamadığınız ve İngilizce dahi olsa izlemek istediğiniz birşeyler olursa diye aklınızda bulunsun)

1 Ocak 2011 Cumartesi

ntvmsnbc 2010 kitap listesi

NTVMSNBC 2010 yılının en iyi 50 kitabını seçmiş. Ne yazik ki Türkiye'de olmadığımdan bu kitaplardan çok azını okuyabildim. Okumayı sevenler için güzel bir liste olduğunu düşünüyorum. Neler kaçırmışız geçen yıl görüp telafi edebiliriz. Liste buradan görülebilir. 2011'de de bol kitaplı günler diliyorum!

sihirli dilek kutusu

21 Aralık'ta Yonca Tokbaş Hürriyet'teki köşesinde "Sihirli Dilek Kutusu" diye birşeyden bahsetmiş. 2011 yılı için bir yol haritası tadında.  Bir seri sorulardan oluşan bu listeyi, yazıyı okuduğum gün cevaplamaya karar vermiştim kendi kendime. Kısmet 2011'in ilk yazısınaymış. Kalın punto ile yazılanlar listedeki sorular, gerisi benim nacizane zırvalarım.

Kararlarınızı verdiniz mi?

Neleri geride bırakıp neleri yanınıza alacağınıza,
geride bırakacaklarım: kırgınlıklar başta olmak üzere (zaten pek yokturlar hayatımda çok şükür), tatminsizlik, daha fazlasını isteme, sürekli bir yakınma hali, yalnızlık, özlemler, stres,  kaygılar, mutsuzluk
yanıma alacaklarım: hayata dair daha fazla heyecan ve merak, iyimserlik, güzel günlere olan inanç, sevdiğim herkes ve herşey

Neleri bir daha asla yapmayacağınıza, 
(beşeriz, şaşarız ama en azından yapmamaya çalışacağım şeyler olarak ele alırsak)
şişenin dibini görmek, aç olmadığım halde yemek yemek, sigara içmek, ailemden uzağa gitmek, sevdiklerimi kırmak, asabi hal ve tavırlar.
 
Neden seneye bu zamanlarda yeni senenin eskisinden kesin çok daha iyi geldiğini düşünecek olduğunuza,
seneye bu zamanlarda çok güzel bir işim, hayallerimi gerçekleştirmek için gereken para ve vakit ile bu hayalleri gerçekleştirirken yanımda olacak kişi ile tanışmış olacağımdan seneye bu vakitler çok daha güzel olacak!

Nasıl hayatınızda hiç yapmadığınız bir şeyi artık bu sene kesin yapacağınıza,
sırtta bir çanta ve yanımda sevdicekle uzaklara gitmek, börtü böcek korkusunu yenip çadırda yatmak, su damıtıp içmek, fotoğrafçılık öğrenmek, aşçılık kursuna yazılmak (deniz mahsülleri)
 
Kimin size iyi, kimin kötü geldiğine,
çok sevgili dostlarım, ailem, iyi kalpli çalışma arkadaşlarım, kedim... kötü gelenler yok çok şükür.

Neyin sizi iyileştirip neyin hasta ettiğine,
iyi gelenler: tıpkı şu an olduğu gibi vadiden sıyrılıp gelerek suratıma vuran güneş, chopin'in noktürneleri, güzel yemekler, insanların bana sarılması, seyahat ama en çok da eve gitmek, uğur.
hasta edenler: stres, yalnızlık, hep yalnız kalma korkusu, tezimi bitiremeyeceğim korkusu, geri dönülemeyecek şeyler söylemek.
 
Hayatta en çok neyi istediğinize,
(çok iddialı bir soru bu aslında, sanki cevap vermesi kolaymış gibi gözüküyor ama durdum düşünüyorum resmen şu an)
tüm sevdiklerimle birlikte sağlıklı ve mutlu bir ömür geçirmek (oldu galiba :) )

En çok neyi yapmayı hayal ettiğinize,
tüm kaygılarımdan arınıp sadece bana yetecek kadar para ve çıkın ile,  fotoğraf makinemi alıp uzak diyarlara gidip farklı hikayelere tanık olmak. bunu 2011 de belki yine ertelemek zorunda kalabilirim ama inşallah yapabilirim.

Neden o çok istediğiniz şeyi hep ertelediğinize,
çok istediğim şey kendime ait bir arabaya sahip olmak, erteliyorum çünkü onu alabilecek kadar parayı daha yeni sahip oldum ve fakat o para daha elim kaygıların garantisi şu an. ama yapacağım, 2011 sonlarına doğru inşallah.

Neden artık bu sene o şeyi ertelemeyeceğinize,
çünkü güzel bir işe ve o arabayı alabilecek paraya sahip olacağım :)

Beden sağlığınız için, ruh sağlığınız için ne yapacağınıza,
daha sık pilates yapmak, yoga öğrenmek, meditasyona başlamak, yüzmeye gitmek, kafayı rahatlatmak.
 
Nelere tövbe ettiğinize,
insanların değiştiremeyeceğim yönleri hakkında kafa yorup onlara kızmaya.

Kimleri affedeceğinize,
babamı.

Kime sarılıp kimden ve neden sakınacağınıza,
yeni sevgilime sarılacağım, stresli ve negatif enerji yayan insanlardan köşe bucak kaçacağım.

Bu sene neleri daha çok yapmaya çalışacağınıza? (bu soruyu ben ekledim)
daha çok okumak, tiyatroya ve konsere daha sık gitmek, zihnen ve bedenen daha aktif olmak, sevdiklerime onları ne kadar çok sevdiğimi daha sık söylemek.

Karar verdiniz mi dileklerinize, hayallerinize, isteklerinize?
uzun yıllardır ilk defa aslında bu yıl başıma neler geleceği hakkında bu kadar az fikir sahibiyim. geçmiş yıllarda az çok birşeyleri öngörebilmek mümkündü, okuyorduk, okul dolayısı ile bir yere bağlı olma durumu vardı. bu yıl -eğer aniden fikrimi değiştirip doktora yapmaya başlamazsam- eğitim hayatım son buluyor. hep bir A planı
ve hatta B planı bile olan sıradan bir insan kişisi, hayatta ilk kez durmuş, aklındaki sorulara cevap umarcasına uzaklara bakıyor ama hiçbir cevap gelmiyor. kendimi bu yıl kaderin kollarına atacağım. ben gemiyi buralara kadar getirdim, elimden geleni yaptım. bundan sonrasında, nerede iş bulurum, nerede yaşarım, beni sevecek bir adam çıkagelir mi, bir yuva kurabilir miyim vs. gibi soruların cevapları hakkında en ufak bir fikrim yok. 2011 yılı kova burçlarının yılı olacakmış diyorlar, inşallah binbir zahmete katlanıp, şu an bulunduğu şekle sokabildiğim hayatımı, beni bile şaşırtacak sürprizlerle bezersin yeni yıl! senelerdir direksiyondaydım, şimdi biraz da yan koltuğa geçip sürücü koltuğunu sana teslim ediyorum. bakalım bu keyifli yolculuk nereye?
sahip olduğum herşey için şükrediyor ve Tanrı'dan bugünleri aratmamasını diliyorum.

herkese yeni yılda başta sağlık olmak üzere, -sırası ile- mutluluk, huzur, aşk ve para ile dolu neşeli günler diliyorum.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...