27 Eylül 2010 Pazartesi

sıcak çikolata-battaniye-aşk filmi

Bu üçlü ile henüz tanışmamış bir kadın yoktur herhalde. Sebepler çeşitli de olsa, zaman zaman biz sadece işte bazı günler bu üçlüyü isteriz. Kimi zaman dışarıdaki kara bulutlar ve yağmur, kimi zaman aramayan sevgili, kimi zaman ise (ayda bir mesela) saçma sapan sebeplerden ötürü evde battaniyenin altına saklanmak isteriz. Sıcak çikolatamızı içerken -tercihen- bir aşk filmi koyup DVD'ye, sıcak battaniyenin altında ağlamak ve sonra kendine acımak ve daha çok ağlamak çeker canımız. Sonrasında karşı tarafı -eğer varsa tabi- yerden yere vurmak ve hatanın onda olduğuna kendini inandırmaya çalışmak gelir. -Opsiyonel olarak- yakın bir kız arkadaşı aramak, telefonda arkadaşa dert yanıp sevgiliyi çekiştirmek ve akabinde -arkadaştan 'aslında süper olduğumuzu, asıl kaybedenin o olacağını, bir süre sonra kapımızda yatacağına' dair temennileri duyup rahatlamak. Evet, böyle günlerimiz var bizim. 
Mesela bugün ben de buna benzer sebeplerden aynen bu moddaydım, ama ne yazık ki işyerindeydim ve ne batteniyem ne de aşk filmi izleyebilme ihtimalim vardı. Kendi kendimi çok pis bir depresyona soktum, sonra internette moral bozukluğuna nelerin iyi gelebileceğini falan araştırdım - o derece yani. Şurada bulduğum ikinci öneriyi dikkate alıp kağıt kaleme sarıldım, içimden şu saçma satırlar döküldü. Şimdi bunları buraya yazayım da sonra aptallığıma doymayayım ve güleyim diye çiziktirmeye başladım.
'' Bugün moralim bozuk ve güne keyifsiz bir şekilde başladım. Bir ara neredeyse ağlayacaktım. Sonra makyajım bozulur da millete rezil olurum diye vazgeçtim. Gece, birinde bir kabusun ortasında olmak üzere yaklaşık dört kez uyandım. Bir seferinde kan ter içinde kalmışım, attım üzerimdekileri öyle devam ettim uyumaya. Allahtan yeniden uykuya dalmakta bir zorluk çekmiyorum. En son seferki uyanışımda saat altı olmuştu, uyumaya devam ettim, saatin alarmı 06:15'te çaldıktan sonra biraz yatakta nazlanmaya devam ettim. En sonunda 06:31'de yataktan kalkıp kendimi duşa sürüklemeden önce kahve makinesini çalıştırdım. Bir önceki günden kalan dağ yürüyüşünün yorgunluğu sanki hala biraz üzerimdeydi. Duş, kahvaltı ve biraz da haberlere göz gezdirmeden sonra işe gitme vakti geldi çattı. Belki işyerinde ona rastlarım diyerekten azıcık makyaj yaptım. Dışarı çıktığımda hava yeni yeni aydınlanıyordu  ve soğuktu. Sabah sabah danışmadakilerden bisikletimde far olmadığı için azarı yedikten sonra ''İşte'' dedim, ''süper bir pazartesi başlıyor''. 07:40'ta laboratuvardaydım ve halimden hiç memnun değildim. Sanırım her zaman olduğu gibi, bugünki mutsuzluğumun sebebi de yine yalnızlık olsa gerekti. ''Hayatımdaki çoğu şey üzerinde büyük bir etkiye sahibim ama iş özel hayata gelince insanın elinden birşeyler dilemek ve hayal etmekten başka birşey gelmiyor ki'' diye düşündüm. İlişkiler alanında kendimi tamamen eli kolu bağlı ve çaresiz hissediyorum. Özel hayatımdaki tatminsizliğin iş hayatıma da yansıyor sanki. Herşeyi bir görevmişçesine ruhsuz bir şekilde ''Bitse de gitsek'' diye yapar gibiyim. Beni gerçekten çok mutlu eden, gerçekleşmesini çok istediğim pek birşey yok gibi. (Böyle yazınca da bir an tam bir looser gibi hissettim şimdi bak. Yine de birşey var ya senelerdir hayalini kurduğum. Siyah Honda Civic. Satın aldığım ilk gün içinde yatacağıma dair kendime olan sözümü hatırladım bak şimdi. Azıcık neşelendim.) O değil de, beni dışarıdan gözlemleyen insanların bana ne kadar imrendikleri geldi aklıma bir an. Ne güzeldi oysa ki benim hayatım değil mi?;  Avrupa'nın gözde ülkelerinden birinde rahat bir ortamda tam da mesleğimi yapıyorum, çalışma saatleri uzun değil, evden işe işten eve trafik gibi bir sorunum yok, param da var Allah'a şükür. Hatta fotoğraflarda mutlu bile çıkabiliyorum. İç dünyamda ise her an yalnızlıktan fellik fellik kaçmaya çalışan, kaçarken saçma sapan limanlara saçmaladığımı bile bile bir ümitle sığınıyorum. Oysa ben de sevilmeyi hak ediyordum be arkadaş. İyi bir sevgiliyimdir yeminle. Böyle yemek falan yaparım, bağırmam çağırmam, bir kadının ne gibi roller üstlenmesi gerekliliğini falan iyi kıvırırım. (Böyle yazınca da şimdi aslında öyle çok da bir meziyetim yok gibi oldu ya :(. Tüh ya birden yine 'down' oldum.) Çirkin de değilim ya hakkaten. Hatta burada böyle kara kaşıma kara gözüme falan hasta oluyorlar, nerede ne azsa kıymete biniyor haliyle. Ne diyorduk, evet, yahu neden karşıma çıkan adamlardan biri ile doğru düzgün bir ilişki kuramadım ben hala? Arkadaşlarım teker teker nişanlanıp evlenirken, ben hala nasıl looserların peşinden gitmeyi beceriyorum? Bir de aramadıkları zaman üzülüyorum falan da he. Bugün -ilk defa olmamak üzere- şöyle düşündüm yine: 'Keşke şöyle Anadolu'nun bi köyünde bir evin bir kızı olaydım, bir de bana aşık, yürekli bir delikanlı olaydı, şöyle ailesine düşkün tiplerden, gelip beni babamdan isteyeydi. Vermezse babam kaçaydık. Gündelik kaygılarım arasında ''Akşama ne yemek yapsam?, çamaşırları yıkayayım derede, aa pembe ipim bitmiş gideyim de Zehra'dan bir parça alayım'' gibi şeyler olsaydı. Global dünya bizi bitirdi arkadaş. Birbirimize tahammülümüz kalmadı. Tek ayak üzerinde on takla atar hale geldik. Artık ''İnsan ne kadar az bilirse, o kadar mutludur'' felsefesineigönülden destekler oldum. Ne oldu sanki gezdik de heryeri, öğrendik değişik yaşayış biçimlerini, tanıştık türlü milliyetten insanla, tattık değişik yemekleri, gördük tarihi eserlerini? Şahsen benim ufkum ne kadar açıldıysa, bir o kadar mutsuz oldum arkadaş. Dün dağ yürüyüşüne giderken arkadaşla yaptığımız ''Dünyanın o kadar pis ve kalabalık olması ki artık orada yaşayamama/oraya sığamama'' konulu entel dantel muhabbetimiz sonrasında kendimi ''Belki de dünya artık çocuk yapılmayacak kadar kötü bir yer oldu lan, torunlarım Mars'a mı taşınacak ühühü'' diye düşünürken yakaladım ve hemen o an akıl sağlığımdan şüpheye düştüm.''
Şimdi mesai bitti, eve geldim. Yazdıklarımı buraya aktarırken ''Hocam ne yaptın, sen de amma abartmışsın'' derken yakalayacağım bir nokta olur mu acaba diye bir kendimi bir dinledim ama bir iki yer haricinde pek de öyle bir durum olmadı. Sanırım hala o yanlış enerji boyutundayım. Enerji dedim de aklıma geldi, kendisinin iznini aldıktan sonra -becerebilirsem eğer- Aykut Öğüt'ün ''Evrenden Torpilim Var'' isimli kitabı hakkında şöyle nacizane birşeyler karalamayı düşünüyorum. Link vermeme içerlemez herhalde, yamulmuyorumdur inşallah. 
Akşama da buradaki sinemada ''Treffpunkt Gipfelkreuz'' diye bir film var, patronun çocuğuna bakacağım, çok ağlamaz inşallah. Allahtan film 45 dakika da çok tırsmıyorum. 
Ya o değil de, bu ne kadar saçma bir yazı oldu bir an bakıyorum da. Neyse ki blogun adını ''Kendimle monologlar'' koymuşum da gönlümce saçmalama hakkını vermişim kendime. Sağlıcakla kal sevgili günlüğüm. 

P.S.:Julia Roberts'ın yeni filmi çıkmış, İtalyan bir herif var ya ''Vikky Christina Barcelona'''da oynayan onunla çekmiş. Dünyayı falan geziyor, güzele benziyor, onu da bir izleyeyim bakayım bir ara.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...